BUDDHA
Gotama BUDA, Konfüçyüs ve Sokrates dünyanın farklı coğrafyalarında birbirine yakın tarihlerde yaşamını sürdürmüş bu üç filozof içinde yaşadıkları toplumu ve o topluma yön veren değerleri tüm yönleriyle sorgulamıştır. Her birinin hayatı ve dünya görüşleri zorlu süreçlerden geçip kimisine refahı sağlarken kimisine özellikle de birisine yani Sokrates’e düşüncelerinin bedelini hayatı ile ödemeye kadar varan gelişmelere yol açmıştır.
Aynı yüzyılda yaşayan bu üç fikir silahşöründen birinci karakter olarak Buddha’yı ele alacak olursak kısaca hayatını şöyle özetleyebiliriz:
. M.Ö 563-483 yılları arasında yaşayan mistik adıyla Buddha kurucusu olduğu inanç ve düşünce biçimi olarak Budizm eski doğduğu topraklar üzerindeki hakimiyetini yitirse de, doğuşuna etki eden kaynaklardan bağımsız bir şekilde değişime uğrayarak farklı coğrafyalarda ve ülkelerde yaşayan halkların bir inanç biçimi olarak varlığını hala sürdürmektedir. Bu inanca bağlı olan insan sayısı günümüzde 500 milyon civarındadır.
Buda’nın yaşadığı dönemin hakim inanç biçimi Brahmanlık idi. Brahman’lık inancına bağlı olarak “Kast” sistemine göre sürdürülen sosyal hayat ekonomik-kültürel-ruhsal yaşam biçimi anlamında birçok sorunlara sebep oluyordu. Günümüz Afganistan’ı ve o dönemki adıyla Bengal körfezi civarlarını kapsayan bu alan üzerinden gerçekleşen ticaret yollarının yarattığı ekonomik kaynakların hem zenginliğin artışının sağlanması hem de toplumun geneline yayılan bir refahın sağlanmasına engel teşkil ediyordu. Brahman’lık inancının egemen olduğu toplumsal dokunun hiyararşik yapılanması bir “Kast”a ait olanın hem kendi altındaki hem de kendi üstündeki kast içerisinde yer alanlarla serbest bir ilişki kurmasını da engelliyordu. Alt kastlarda yer alanlar üst kastlara, üst kastlarda yeralanlar da alt kastlarda yer alanlara dönük mal alıp satamıyordu. Yani ekonomik potansiyeli baskılayan bir inanç ve yaşam biçimi hâkimdi. Bu inanç biçimine dair tepkiler yani “Brahmanlık”a dair tepkiler açık bir biçimde olmasa da yönetici kastta da bir memnuniyetsizliğe yol açıyordu.
Ticaret ne kadar gelişirse yöneticilerin gelişen ticaretin sağlayacağı servet ve zenginliklerden alacağı vergilerde o oranda artacaktı. İşte Budizm’in kurucusu olan Gotama BUDA bu bunalımlı ortamın yarattığı bir atmosfer içerisinde düşüncelerini geliştirdi. Toplumun en alt kesimi ya da alt kastlarda yaşanan bunalımdan başlayıp üst kastlara doğru yaptığı inceleme ve gözlemlerden hareket ederek yeni bir inanç biçimi oluşturmanın gerekliliği sonucuna vardı. Değişen araç ve ihtiyaçlara cevap veremeyen eski inanç biçimi olarak varlığını sürdüren “Brahmanizm” yerini yeni değerlerin ve zenginliklerin de topluma ve hiyerarşiye doğru yayılmasına kaynaklık eden “Budizm”e bıraktı.
KONFÜÇYÜS
Çin’de “Koung Tseu” olarak bilinen Konfüçyüs M.Ö 551 yılında Shantung bölgesinde yeralan Lu eyaletinde dünyaya gelmiştir. (M.Ö 1027-256) tarihleri arasında saltanat süren Chou Hanedalığı dönemini yaşayan Konfüçyüs:
“Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma!” ya da “Zihnini yolda kur ve erdemli ol!” gibi pek çok özdeyişleri ile tanıdığımız Konfüçyüs (Buddha-Konfüçyüs-Sokrates diye sözünü ettiğimiz üç fikir ve inanç silahşörleri içerisinde) özgün yanları da içeren hayatın sahibidir. Babası henüz üç yaşındayken ölen Konfüçyüs’ün annesi de kendisi 22 yaşlarında olduğu dönemde ölmüştür. Eğitiminde ve yetişmesinde etkin bir faktör olarak annesi yer alır. Annesinin yönlendirmesi ile çocukluğunda tarih, şiir, dini merasim gibi ritüeller üzerine eğitim alır. Bu eğitimde ki amaç Konfüçyüs’ün ileride saray erkanı ya da ruhban sınıf diyebileceğimiz sınıf içerisinde yer almasını sağlamaktır. Konfüçyüs, Çin dinsel ve kültürel yaşamında da önemli bir etkiye sahip olan ikonik semboller üzerine de çalışmalar yürüterek bilgisini derinleştirdi. Bu ikonik semboller içerisinde önemli bir yere sahip olan ejderha ve anka kuşu üzerine anlatılan ve yazılan hikayelerden ruhsal gıdasını zenginleştirdi.
Budizm’in kurucusu Buda gibi o da artan bir zenginlik ve refah ile birlikte Çin toplumsal yaşamına etki eden bunalımlı dönem içerisinde kendi fikri doktrinini inşa etti. Çin’de artan tarımsal üretime bağlı refah bir yandan iki mitolojik sembol ile betimlenen sosyal kesim içerisinde bir krize yol açarken diğer yönden yönetici sınıf içerisinde artan bir yozlaşma ve çürümeyi de açığa çıkardı.
Kendisini Ejder sembolü ile tanımlayanlar ve Anka sembolü ile tanımlayanlar arasındaki eşitsizlik ve sosyal adaletsizlik üst yapıda meydana gelen yozlaşma ile birlikte, toplumsal yaşamda hakim olan feodal klanların ve aşiretlerin de etkisi ile gün geçtikçe büyük bir tehdit halini alıyordu. İşte Konfüçyüs çok yönlü bu çelişkiyi erdem-ahlak-ölçülü olma ile harmanlanmış liyakate olan övgüsü ve bunlara sahip olan, bunları kendinde yaşatan insana çağrısı toplumun her kesiminden destek buldu, ilgi çekti.
Elbette bu başarı burada yazdığımız kadar kolay yollardan gerçekleşmedi. Fakat, Konfüçyüs’ün çıkar gruplarının yarattığı tehlikeye karşı güvende olmasını sağlayan şey ise, Çin toplumunun neredeyse her kesimini kapsayan sosyal bir desteği kazanmış olmasına dayanıyordu. Konfüçyüs’ün değer olarak ifade ettiği ilkeleri kendinde içselleştiren bireylerin başarıları, Konfüçyüs’e olan ilgiyi ve güveni de arttırdı.
Buddha ve Konfüçyüs dönemlerini ve düşüncelerini incelemeye tabi tuttuğumuzda, Buddha’da dinsel/kültürel ve ekonomiyi içeren bir ahlaki yapılanmayı gözlemlerken, Konfüçyüs’te sosyal/kültürel ve ahlaki birliğe dayalı bir etkinin tema olarak yerettiğini görürüz.
SOKRATES
Buda ve Konfüçyüs ile karşılaştırıldığında Sokrates bilgi/ahlak ve erdem gibi konularda ortak bir düşünsel kaygılar taşıdığını gözlemleriz. Ama meseleyi irdelemeye devam ettiğimizde Sokrates’in yavaş yavaş diğer çağdaşlarından ayrılmaya başlayarak, farklı bir yolda ve yönde ilerlemeye başladığını görürüz.
Bu ayrılma nerede başlar derseniz?
Sokrates’in yozlaşmış bir sistemi onarmaya çalışmak için çaba göstermekten çok, evrende ve içinde yaşadığı doğa ile birlikte insan iradesiyle kurulmuş bir sistemde kendini kaybetmiş insanların kendini sorgulaması yoluyla bilgiye ve erdeme ulaşmasını asıl erek olarak görmüştür, şeklinde özetleyebiliriz. Soru soran sorgulayan insanın oluşturduğu diyalektik bağ ile ilk çağ felsefesi diye adlandırdığımız felsefi düşünce biçiminde bir sıçrama yaratarak, günümüz modern felsefi düşünce akımları içerisinde neredeyse her felsefi akıma etki etmeyi başarmıştır, diyebiliriz. Öğrencisi Platon’dan Aristotales’e Aristotales’ten Büyük İskender’in Aristotales tarafından eğitimine kadar uzanan bu etki, kendi toplum yapılarını uygar olarak adlandıran eski filozoflar, Hindistan, Mısır gibi daha eski uygarlıklara ait toplulukları barbar olarak görüyordu. İskender fettiği bu ülkeler üzerinden gördü ki o coğrafyada yaşayan insanlar pek çok yönden çok daha uygar bir hayat sürüyordu. Sonrasında tarihin büyük zikzaklar içeren akışı çeşitli değişimlere sebep olsa da, İskender bu ülke uygarlıkları ile Eski Yunan Uygarlığı kültürünü sentezleyerek yeni bir uygarlık anlayışını insanlığın gündemine taşıyordu.
M.Ö 469 yılında Atina’da doğan Sokrates içine doğduğu hayatın belirleyeni durumundaki filozof ve felsefecilerin doğa ve evreni sorgulamaktan öteye gitmeyen kavrayış ve sorgulayış biçimlerinin hakim olduğu sert duvarlar ile yüzleşti.
Sokrates’a göre insan hayatına olumsuz etki eden bir çok uygulama ve alışkanlıklar vardı. çürümüş yosun tutmuş bir hayattı bu. Atina bir dönem buna benzer bir çürümüşlüğü “demokrasi” ile aşmıştı, fakat değişime direnen çıkarlarını korumak isteyen yöneticilerin yüzünden demokrasi de çürümüş, yozlaşmıştı. Bu açmaz içerisinde bir çıkış yolu arayan Sokrates aldığı eğitimin verdiği bilgelikle, çürümüş çözülmekte olan işleyişe karşı, kafasında oluşturduğu “erdem”li “yeni insan” ve “yeni hayat”a dair düşünceler ile hem bir çıkış yolu bulmak hem de bu sorgulama sonucu düşünsel yönteminin kendisini nereye götüreceğini anlamak adına çaba gösterdi. devam edecek…
Bu makalenin tüm hakları www.pophaber.com’a aittir.