Hepimizin sürekli duyduğu sürrealizm yani gerçeküstücülük; gerçekten de dönemin bütün kaçık-sanatçılarının oluşturduğu bir akım mı? Hemen hemen çoğumuzun anlam veremediği onlarca esere kaynaklık eden bu eserler bizlere ne anlatıyor? O eserlerin olay örgülerini kavramakta neden güçlük çekiyoruz? Birbirleriyle alakasız bunca nesne o tablolarda neden ve nasıl bir araya geliyor? Sormaya çalıştığım bu sorular hayatımızda ilk kez sürrealist bir eserle karşılaştığımzda aklımıza gelmiş olana soruların benzerleridir.
Sürrealizm, köklerini Dadaizm’de bulur. Dadaizm kısaca, mantıksızlık ve varolan sanatsal otoriteleri hiçe sayma yoluyla kendini gösterir. Sürrealizmde buna benzer bir biçimde, tabir yerindeyse özellikle resim sanatına ‘kaos’u getirmeyi hedefler. Hatta daha terimsel bir ifadeyle Sürrealizm’in, Dada’ nın protestk ve yıkıcı tavrındaki bu yeni çabayı, daha elle tutulur bir biçimde resimselleştirmeye çalıştığını söyleyebiliriz. Dadaizm’in küllerinden doğan bu yeni akımın I. ve II. Dünya Savaşları’na ve tabi bu iki felaketin arasındaki krizlere şahit olması, onun neden kaotik bir yapıya sahip olduğunu anlamlı kılar.
Pablo Picasso’nun da arkadaşı olan ve Louvre Müzesi’nden çalınan meşhur ‘’Mona Lisa’’ tablosunun soruşturmasında gözaltına alınan yıkımların şairi Guillaume Apollinaire ‘’Sürrealizm’’ kelimesini kullanan ilk kişidir. Hatta bu kelimeyi ilk defa, ‘’Tiresias’ın Memeleri’’ adlı balenin tanıtım konuşmasında kullanarak bu sansasyonel akımın belirlenmesine yardımcı olmuştur.
Ancak asıl olarak 1924 yılında şair Andre Breton tarafından yayınlanan ‘’Sürrealist Manifesto’’ bu yeni akımın resmi doğum tarihidir. Andre Breton’un kaleme aldığı bu eserde, sürrealizm akımının Sigmund Freud’ un Psikanalizi’ nden etkilendiği apaçık gösterilmektedir ve o, bu akımı Sigmund Freud’ un görüş ve düşüncelerine dayandırarak açıklar. Psikanaliz disiplinine göre insanın içinde gizli kalmış, bastırılmış, bilinç düzeyine çıkmayı başaramamış nice istek ve düşünce saklanmaktadır. Breton’a göre, bilinçdışılılık düş gücünün temel hazinesi; deha denilen şey ise bu bahsedilen bilinç dışı dünyaya girebilme yetisidir.
Tabi psikanaliz hakkında az-çok bilgisi olanların hemen hatırlayacağı üzere bahsi geçen bu bilinç dışı alanın ana kapısı rüyalardır. Rüya sembolizmini temel alan sürrealizm, romantizmin sembolizminden ayrılır. Çünkü romantizmin sembolizminde bolca fantezi ürünü (melekler, şeytanlar, cinler) bulunurken; sürrealizm kendisini daha bilimsel bir yaklaşımla, bilinçaltının derinlerinde kalan ve ancak hipnoz ya da rüyayla ortaya çıkan şeyleri resmederek ortaya koyar.
İşte sürrealist eserlere bu perspektifle baktığımızda onları anlaşılmazlıklarından bir nebze olsun kurtarabiliriz. Çünkü artık biliyoruz ki bu akımın temsilicisi olan sanatçılar, birbirleriyle alakasız nesneleri bir bütün içerisinde ve yine alakasız bir ortamda bir araya getirerek, insanın iç dünyasını ya da Freudyen tabirle bilinçaltını aktarmaya çalışırlar. Onlar hakkında düşündüğümüz kaçık/deli tabirlerinin kaynağı olan bu alakasız görüler de halihazırda hepimizin sahip olduğu bilinçaltının bilinmez derinliklerinde bizde de mevcut olarak bulunmaktadır.
Bu akımın önde gelen temsilcilerine şöyle bir bakacak olursak hemen; Salvador Dali, Pablo Picasso, René Magritte, Andre Breton ve Frida Kahlo’yu sayabiliriz. Ancak sürrealizm çevresinde toparlanan bu sanatçılar 1925 yılından sonra dağılmaya başlamışlardır. Kendi aralarında gittikçe kutuplaşmış ve yeni akımlar içerisinde adlarını duyurmaya devam etmişlerdir. Hayatı boyunca dinden uzak yaşayan Salvador Dali’nin bir anda İspanya’nın diktatörü faşist Franco’yu desteklemesi ve ardından da Papa tarafından kutsandığını bilmeyen yoktur. Bu tavırları yüzünden sürrealistler tarafından kısa sürede dışlanan Dali, sürrealistlere cevap olarak: ‘’Sürrealizm benim!’’ demiş ve yukarıda bahsettiğim bu dağılma sürecinin hızlandırıcısı olmuştur.
Bu makalenin tüm hakları www.pophaber.com’a aittir.